Bir Hikâye Paylaşmak İstiyorum, Dostlar…
Selam dostlar,
Bu akşam penceremin önünde oturmuş, dışarıda gökyüzünün öfkesini izliyorum. Yağmurla birlikte dolu da başlamış. Camlara vuran her tanesi bir hikâye gibi… Her biri bir anıyı hatırlatıyor. Dolu… Basit bir doğa olayı gibi görünür ama aslında içinde bir yaşamın, bir mücadelenin, bir direnişin hikâyesi vardır.
Bugün size dolunun ne olduğunu anlatmak istiyorum, ama Vikipedi’den okur gibi değil. Çünkü o sadece “dolu, fırtına bulutlarında oluşan buz taneleridir” der. Oysa ben size bir kasabanın, bir adamın, bir kadının ve bir kalbin içinden geçen doluyu anlatacağım.
Kasabaya Dolu Yağdığı Gün
Anadolu’nun ortasında, rüzgârla yoğrulmuş bir kasaba vardı. Ne zaman gökyüzü kararırsa, herkes evinin kapısını, kalbinin penceresini kapatırdı. Çünkü orada dolu, sadece gökten düşen buz değil, aynı zamanda içlerinde biriken öfkenin, korkunun, kaybın sembolüydü.
O gün gökyüzü kararmaya başladığında, erkekler kahvehanedeydi.
Birisi, “Bulutlar sertleşti, tarlayı mahvedecek,” dedi.
Bir diğeri, “Olsa ne olacak? Önlem almak lazımdı. Bu kadar yıldır aynı şeyi yaşıyoruz,” diye çıkıştı.
Kasabanın kadınları ise çoktan pencerelere tül germeye başlamıştı. Bir yandan dualar okuyor, bir yandan da dışarıdaki hayvanları içeri alıyorlardı.
Onlar gökyüzüne bakarken korkmuyorlardı, çünkü biliyorlardı: doğa ne kadar öfkeli olursa olsun, insanın kalbi şefkatle yaklaşırsa her şey dinebilir.
Erkekler: Akılla Barikat Kurmak
Dolu düşmeye başladığında, erkekler hemen harekete geçti. Mehmet, köyün en pratik düşüneniydi. Ellerini sıvadı, “Tarlaları korumak için çatıya eski çuvalları serelim,” dedi.
Yanındaki dostu Hasan başını salladı: “Sen hep çözüm ararsın ama bazen doğa, çözümü değil kabullenişi ister.”
Mehmet cevap vermedi. Çünkü o düşünürdü, plan yapardı, risk analiz ederdi. Ona göre insan, aklıyla hayatta kalırdı. Her dolu taneleri toprağa vurdukça o daha da kararlı oluyordu. “Bir yol bulurum,” diyordu kendi kendine, “bir yol bulmalıyım…”
Ama o an kadınlar bambaşka bir mücadele veriyordu.
Kadınlar: Kalple Siper Olmak
Zehra, evinin önünde donmuş toprağa diz çökmüştü. Elinde eski bir battaniye, yeni filizlenmiş çiçekleri örtüyordu. Eşi Mehmet’in sesini uzaktan duyuyordu ama içindeki sesi dinliyordu o anda:
“Bazı şeyler hesapla değil, dokunuşla korunur.”
O dolu, gökyüzünden değil; insanın içinden yağıyordu sanki.
Zehra’nın gözünden düşen yaşlar toprağa karışıyor, dolu taneleriyle birlikte yeni bir denge kuruyordu. Kadınlar koşuşturuyor, çocukların korkusunu bastırmak için ninniler söylüyordu.
O an kasaba iki farklı dünyayı bir arada yaşadı:
Erkekler akılla direniyordu, kadınlar kalple dayanıyordu.
Dolu: Sadece Gökyüzünden Değil
Vikipedi der ki:
“Dolu, genellikle güçlü yükselim akımlarının olduğu fırtına bulutlarında, su damlacıklarının donmasıyla oluşur.”
Ama o gün kasabadakiler anladı ki dolu, sadece bulutlarda değil, insanların kalplerinde de oluşabiliyor.
Bir söz, bir sessizlik, bir kırgınlık… Hepsi içimizde birikir, ağırlaşır, donar. Sonra bir gün, gökyüzü gibi içimiz de doluya tutulur.
Mehmet akşam olduğunda yorgun argın eve döndü.
Zehra’yı, sırılsıklam olmuş haliyle battaniyesine sarılı halde buldu.
Bir süre sessizce baktı. Sonra dizlerinin üzerine çöktü.
“Ben hep köprüyü, tarlayı, evi korumaya çalıştım… Ama asıl korunması gereken sendin, bizdik,” dedi kısık bir sesle.
Zehra sadece gülümsedi. Çünkü bazı cümleler, yağmurdan sonra açan gökkuşağı gibidir; az ama yeterince parlak.
Gökyüzü Durulduğunda
Sabah olduğunda kasaba bembeyazdı. Ama kar değil, doluydu bu.
Toprak susmuştu, ağaçlar başını eğmişti.
Erkekler tarlaya çıktı, zarar ne kadar büyük diye hesap yaptı.
Kadınlar evleri temizlemeye başladı, ama kimse şikâyet etmedi.
Çünkü herkes biliyordu: her dolunun ardından bir filiz yeniden yeşerir.
Doğa gibi kalpler de kendini onarır.
Biraz sabır, biraz sevgi, biraz anlayış… Hepsi bu.
O gün Mehmet, köy meydanında çocuklara seslendi:
“Dolu, gökten düşen buz değildir evlatlar. Dolu, bir uyarıdır. Bazen gökyüzü bile ağlar, bazen biz de ağlamalıyız ki yeniden yeşerebilelim.”
Son Sözüm Size, Forumdaşlar
Belki siz de yaşamınızda bir doluya tutulmuşsunuzdur.
Bir kaybın, bir yanlış anlaşılmanın, bir kırgınlığın dolusu…
Ve belki siz de tıpkı Mehmet gibi, her şeyi tamir etmek, çözüm bulmak istediniz. Ya da Zehra gibi, sessizce sarıp sarmaladınız yaraları.
Unutmayın dostlar, dolu ne kadar sert yağarsa yağsın, sonunda güneş açar.
Yeter ki biz, birbirimizin göğünde biraz huzur olalım.
Bazen bir kelime, bir tebessüm bile kalpteki fırtınayı dindirir.
Şimdi sizden duymak isterim…
Sizin “dolu”nuz neydi?
Gökyüzünden mi yağdı, yoksa kalbinizden mi?
Belki birlikte paylaşırız, birlikte duruluruz.
Çünkü en güzel gökkuşağı, en sert doludan sonra çıkar.
Selam dostlar,
Bu akşam penceremin önünde oturmuş, dışarıda gökyüzünün öfkesini izliyorum. Yağmurla birlikte dolu da başlamış. Camlara vuran her tanesi bir hikâye gibi… Her biri bir anıyı hatırlatıyor. Dolu… Basit bir doğa olayı gibi görünür ama aslında içinde bir yaşamın, bir mücadelenin, bir direnişin hikâyesi vardır.
Bugün size dolunun ne olduğunu anlatmak istiyorum, ama Vikipedi’den okur gibi değil. Çünkü o sadece “dolu, fırtına bulutlarında oluşan buz taneleridir” der. Oysa ben size bir kasabanın, bir adamın, bir kadının ve bir kalbin içinden geçen doluyu anlatacağım.
Kasabaya Dolu Yağdığı Gün
Anadolu’nun ortasında, rüzgârla yoğrulmuş bir kasaba vardı. Ne zaman gökyüzü kararırsa, herkes evinin kapısını, kalbinin penceresini kapatırdı. Çünkü orada dolu, sadece gökten düşen buz değil, aynı zamanda içlerinde biriken öfkenin, korkunun, kaybın sembolüydü.
O gün gökyüzü kararmaya başladığında, erkekler kahvehanedeydi.
Birisi, “Bulutlar sertleşti, tarlayı mahvedecek,” dedi.
Bir diğeri, “Olsa ne olacak? Önlem almak lazımdı. Bu kadar yıldır aynı şeyi yaşıyoruz,” diye çıkıştı.
Kasabanın kadınları ise çoktan pencerelere tül germeye başlamıştı. Bir yandan dualar okuyor, bir yandan da dışarıdaki hayvanları içeri alıyorlardı.
Onlar gökyüzüne bakarken korkmuyorlardı, çünkü biliyorlardı: doğa ne kadar öfkeli olursa olsun, insanın kalbi şefkatle yaklaşırsa her şey dinebilir.
Erkekler: Akılla Barikat Kurmak
Dolu düşmeye başladığında, erkekler hemen harekete geçti. Mehmet, köyün en pratik düşüneniydi. Ellerini sıvadı, “Tarlaları korumak için çatıya eski çuvalları serelim,” dedi.
Yanındaki dostu Hasan başını salladı: “Sen hep çözüm ararsın ama bazen doğa, çözümü değil kabullenişi ister.”
Mehmet cevap vermedi. Çünkü o düşünürdü, plan yapardı, risk analiz ederdi. Ona göre insan, aklıyla hayatta kalırdı. Her dolu taneleri toprağa vurdukça o daha da kararlı oluyordu. “Bir yol bulurum,” diyordu kendi kendine, “bir yol bulmalıyım…”
Ama o an kadınlar bambaşka bir mücadele veriyordu.
Kadınlar: Kalple Siper Olmak
Zehra, evinin önünde donmuş toprağa diz çökmüştü. Elinde eski bir battaniye, yeni filizlenmiş çiçekleri örtüyordu. Eşi Mehmet’in sesini uzaktan duyuyordu ama içindeki sesi dinliyordu o anda:
“Bazı şeyler hesapla değil, dokunuşla korunur.”
O dolu, gökyüzünden değil; insanın içinden yağıyordu sanki.
Zehra’nın gözünden düşen yaşlar toprağa karışıyor, dolu taneleriyle birlikte yeni bir denge kuruyordu. Kadınlar koşuşturuyor, çocukların korkusunu bastırmak için ninniler söylüyordu.
O an kasaba iki farklı dünyayı bir arada yaşadı:
Erkekler akılla direniyordu, kadınlar kalple dayanıyordu.
Dolu: Sadece Gökyüzünden Değil
Vikipedi der ki:
“Dolu, genellikle güçlü yükselim akımlarının olduğu fırtına bulutlarında, su damlacıklarının donmasıyla oluşur.”
Ama o gün kasabadakiler anladı ki dolu, sadece bulutlarda değil, insanların kalplerinde de oluşabiliyor.
Bir söz, bir sessizlik, bir kırgınlık… Hepsi içimizde birikir, ağırlaşır, donar. Sonra bir gün, gökyüzü gibi içimiz de doluya tutulur.
Mehmet akşam olduğunda yorgun argın eve döndü.
Zehra’yı, sırılsıklam olmuş haliyle battaniyesine sarılı halde buldu.
Bir süre sessizce baktı. Sonra dizlerinin üzerine çöktü.
“Ben hep köprüyü, tarlayı, evi korumaya çalıştım… Ama asıl korunması gereken sendin, bizdik,” dedi kısık bir sesle.
Zehra sadece gülümsedi. Çünkü bazı cümleler, yağmurdan sonra açan gökkuşağı gibidir; az ama yeterince parlak.
Gökyüzü Durulduğunda
Sabah olduğunda kasaba bembeyazdı. Ama kar değil, doluydu bu.
Toprak susmuştu, ağaçlar başını eğmişti.
Erkekler tarlaya çıktı, zarar ne kadar büyük diye hesap yaptı.
Kadınlar evleri temizlemeye başladı, ama kimse şikâyet etmedi.
Çünkü herkes biliyordu: her dolunun ardından bir filiz yeniden yeşerir.
Doğa gibi kalpler de kendini onarır.
Biraz sabır, biraz sevgi, biraz anlayış… Hepsi bu.
O gün Mehmet, köy meydanında çocuklara seslendi:
“Dolu, gökten düşen buz değildir evlatlar. Dolu, bir uyarıdır. Bazen gökyüzü bile ağlar, bazen biz de ağlamalıyız ki yeniden yeşerebilelim.”
Son Sözüm Size, Forumdaşlar
Belki siz de yaşamınızda bir doluya tutulmuşsunuzdur.
Bir kaybın, bir yanlış anlaşılmanın, bir kırgınlığın dolusu…
Ve belki siz de tıpkı Mehmet gibi, her şeyi tamir etmek, çözüm bulmak istediniz. Ya da Zehra gibi, sessizce sarıp sarmaladınız yaraları.
Unutmayın dostlar, dolu ne kadar sert yağarsa yağsın, sonunda güneş açar.
Yeter ki biz, birbirimizin göğünde biraz huzur olalım.
Bazen bir kelime, bir tebessüm bile kalpteki fırtınayı dindirir.
Şimdi sizden duymak isterim…
Sizin “dolu”nuz neydi?
Gökyüzünden mi yağdı, yoksa kalbinizden mi?
Belki birlikte paylaşırız, birlikte duruluruz.
Çünkü en güzel gökkuşağı, en sert doludan sonra çıkar.